15 Eylül 2009 Salı

Tren'in Tarihi


Tren'in Tarihi


Tren bir ya da birkaç lokomotif tarafından çekilen vagonlar dizisi.
Tren, dünyada ilk kez 1800'lü yılların başında, İngiltere'de kullanılmaya başlanmıştır. Tren, Richard Trevithick adında bir mühendis ile İngiltere'nin Pennydarran bölgesinde bir maden sahibinin iddialaşmaları yüzünden doğmuştur. Mühendis Trevithick, 10 ton ağırlığındaki demir yükü, kendi yapmış olduğu buharlı makineyle Pennydarran'dan Cardiff'e kadar raylı bir yol aracılığıyla hiç zorlanmadan taşıyabileceğini iddia ediyordu. Böylece 6 Şubat 1804 tarihinde Tram-Waggon adlı bir lokomotif 10 tonluk demir yükü ve ayrıca 70 yolculu bir arabayla Cardiff'ten hareket etti. 16 km uzunluğundaki Pennydarran-Cardiff yolu, beklemeler ve tamirler de hesaba katılırsa, tam 5 saatte aşılabildi. Elde ettiği bu başarılı sonuca karşın Trevithick'in şansı yaver gitmemiş bu yeni makineyi daha fazla geliştirememiş ve böylece makinenin o günlerdeki yaygın ulaşım aracı hayvanlardan daha üstün ve etkin olduğunu ispatlayamamıştır. İşte bu nedenledir ki, trenin bulunuşu, başka bir İngiliz'e, George Stephenson'a mal edilir. George Stephenson, daha sonraki yıllarda, peron, lokomotif ve vagon tasarımları çizmiş ve bunları gerçekleştirmiştir. Böylece o günün buharlı lokomotifi... gelişimin bir simgesi halini almıştır. Stephenson, 27 Eylül 1825 tarihinde yalnızca yolcu ve yük taşıyarak Dünya'nın ilk demiryolu taşımacılığını gerçekleştiren treni, İskoçya'da Darlingthon ile Stockton arasında kullanmıştır. Yine Stephenson, bu tarihten beş yıl sonra saatte 24 km hızla gidebilen ve Rocket adını taşıyan yeni bir lokomotif modeliyle büyük ticari önemi olan Liverpool-Manchester hattındaki yarışmayı kazanmıştır.
50 km uzunluğundaki Liverpool-Manchester hattından sonra, İngiltere'de on yıl içinde yapımı bitmiş veya tamamlanmış durumda olan demiryollarının uzunluğunun toplamı 2.000 km'ye ulaşmıştır. 1831'de Amerika Birleşik Devletleri'nde, 1832'de Fransa'da 1835'te Belçika ve Almanya'da 1837'de Rusya'da ve 1848'de İspanya'da demiryolu kullanılmaya başlanmıştır.

9 Ağustos 2009 Pazar

Keman'ın Tarihçesi

Keman
Tarihçesi
Keman ilk olarak 16 yüzyılda Kuzey İtalya'da ortaya çıktı.İlk keman yapımcılarının Rebec, Rönesans Kemanı ve Lira da braccio adlı enstrümanlardan esinlendikleri sanılmaktadır. Enstrümanın akort edilişi dahil olmak üzere hakkında bilgi veren bilinen en eski metin, 1556 yılında Lyon'da Jambe de Fer tarafından yazılmıştır; bu dönemde keman Avrupa'da yayıldı. Ortaçağda İngiltere'de Fiddle, Almanya'da Fiedel İtalya'da Lira da Braci, Fransa'da Viel adlarıyla kullanılan yaylı çalgılar Keman'ın atası sayılır. Lavignac, Keman'ın Türklerin Kemençe'i guz (Oğuz Kemençesinden)alındığını yazar. Bazı kaynaklarda ise Arapların Rebab'ından geliştirildiği öne sürülmüştür. 16.ve 17. yüzyıldaki Keman yapım ustaları Nicolo Amati, Paolo Maggini, Giuseppe Guarneru, Antonio Stradivarius Keman'a son şeklini vermişlerdir. Keman asıl biçimi korumakla birlikte 19. yüzyılda , bazı değişikliklere uğradı . Çağdaş kemanda gövde ve sap daha uzun, köprü daha yüksektir.

Telsiz'in Tarihçesi


Telsiz

Tarihi
Radyo ışınlarının varlığı ilk olarak 1864 yılında James Cemlerk Maxwell tarafından teoretik olarak söylenmiş ve 1888 yılında Heinrich Hertz tarafından deneysel olarak onaylanmıştır. İlk telsiz bağlantısı 1896 yılında ünlü bilim adamı Guglielmo Marconi tarafından gerçekleştirilmiştir. Marconi bunu gerçekleştirmek için, radyo ışınlarının varlığını kanıtlayan Heinrich Hertz tarafından yapılan, bir telsiz vericisi ve alıcısı, anten telleri ve elekro manyetik dalagalar için bir göstergeç kullanmıştır.

Zeytinyağı'nın Tarihçesi


Zeytinyağı

Tarihi

Eski Yunanistan'dan bir zeytinyağı şişesi
Zeytin ağacına ilişkin mevcut en eski veri Ege Denizi’ndeki Santorini Adası’nda yapılan arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkarılan 39.000 yıllık zeytin yaprağı fosilleridir. Kuzey Afrika’daki Sahra bölgesinde gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalarda ise M.Ö. 12.000'e ait zeytin ağacı bulgularına rastlandı. İlk zeytin hasadının ne zaman ve hangi uygarlık tarafından yapıldığıysa bilinmemektedir.
Tarih, zeytinyağı üretimine ilişkin en belirgin izlerin Akdeniz’in tam ortasındaki Girit Medeniyeti’ne, M.Ö. 4500 yıllarına dek uzandığını göstermektedir.

İnsalık tarihinde önemli yeri olan bir "zeytin dalı" çizimi
Zeytinyağı kültürünün Akdeniz’deki diğer kavimlere yayılmasında en önemli rolü Giritliler oynamıştır; hem de yaklaşık 3000 yıl boyunca. Güçlü ticaret filolarına sahip olan Giritliler'in gerçekleştirdiği zeytinyağı ticaretinin günümüzdeki en canlı tanıkları, Knossos ve Faistos saraylarının yıkıntıları arasında bulunan 2 metrelik zeytinyağı küpleridir. “Pithoi” denilen bu dev küplerle beraber bulunan tabletlerde ise o günkü zeytinyağı ticaretinin nerelere yapıldığını ve zeytinyağının nerelerde üretildiğine dair bilgiler yer almaktadır.
Aslında zeytinyağı kültüründe Anadolu, coğrafya olarak hep vardır; ama ön planda görünen Ege’nin karşı yakasıdır. Bunun sebebi, Homeros’un Batı Medeniyeti’ndeki tartışmasız ağırlığından ötürü zeytinyağı kültürünün merkezine sürekli olarak Antik Yunan'ın yerleştirilmesidir. Helen Medeniyeti’nin sadece Ege’nin karşı kıyısını değil Anadolu coğrafyasını da kapsadığı unutulur. Milet’in, Efes’in, Foça’nın, Klazomenai’nin (Urla), Erythrai’nin, Assos’un Anadolu’da olduğu ihmal edilir

Banka'nın Tarihçesi


Banka

Tarihi
Bankacılık, ortaçağda Vatikana bağlı kiliselerin kutsal topraklara yapılan seyehatlerde hacı adaylarının kıymetli eşyalarını korumak amacı ile zamanın ihtiyaçları gereğince doğmuş kuruluşlardır. Bankacılığın başlangıcı konusunda çeşitli görüşler vardır. Bunlardan biri insanların uzak yerlere seyahate giderlerken para ve değerli madenlerini güvenli olduğu düşüncesiyle kilise papazına emanet etmeleriyle başladığıdır. Bu şekilde biriken paralardan zaman zaman ihtiyaç sahiplerine papazlar tarafından ödünç verilmesi suretiyle geliştiği rivayet edilir. Uzak bir şehre ticari iş için giden bir tacirin gittiği yerde kendini tanıtabilmek için kendi şehrindeki tanınmış, önemli, güvenilir bir kişiden mektup alması da bankacılık hizmetlerinden "teminat mektubu"'nun ortaya çıkışının başlangıcı olduğu söylenir.
İstanbul'da ilk banka 1845 yılında , İstanbul Bankası adıyla kurulmuş ve birçok Batılı kurum gibi gün geçtikçe yaygınlaşmıştır.

Kahve'nin Tarihçesi

Kahve

Tarihi

Filistin'de bir kahvehane, 1900.

Filistin'de eski usüllerle kahve öğüten kadınlar, 1905.
Kahve’nin anavatanı olan Etiyopya’nın yüksek yaylaları, yabani kahve bitkisinin doğal olarak yetiştiği bölgelerde yerli halk bu bitkinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yapıyordu. Meyveleri kaynatıldıktan sonra suyu içilmek suretiyle tıbbi amaçlı kullanılıyor ve "sihirli meyve" olarak adlandırılıyordu. Kahve, ünüyle birlikte hızla Arap Yarımadası'na yayıldı ve 300 yıl boyunca Habeşistan'da keşfedilen yöntem ile içilmeye devam edildi. 14. yüzyılda ise yepyeni bir keşif ile ateşte kavrulan kahve çekirdekleri, ezildikten sonra kaynatılarak içime sunuldu. Kahve’yi ilk olarak işleyip içmeye başlayan Yemen'deki sufi tarikatıdır. Buradan 1470’li yıllarda Aden’de , 1510’da Kahire’de 1511’de Mekke ‘de görülmüştür.
Yavuz Sultan Selim döneminde, 1517'te, Yemen Valisi Özdemir Paşa, Yemen'de içtiği ve çok sevdiği kahveyi İstanbul'a getirmiştir.
Kahve, kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini aldı ve büyük ilgi gördü. Saray görevleri arasına "kahvecibaşı" adında bir de rütbe eklendi. Padişahın ya da bağlı olduğu devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan kahvecibaşı, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilirdi. Osmanlı tarihinde kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselenlere bile rastlandı.
Saraydan konaklara ardından evlere giren kahve, İstanbul halkının kısa sürede tutkunu olduğu bir lezzet haline geldi. Satın alınan çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulup, dibeklerde dövüldükten sonra cezvelerde pişiriliyordu.
1544 yılında İstanbul’da Tahtakale’de iki Suriyeli Arap ilk kahvehaneyi açmışlardır.
İstanbul'a gelen Venedikli tacirler, çok sevdikleri bu içeceği Venedik'e taşıdı. Böylece Avrupalılar kahveyle ilk kez 1615'te tanışmış oldu. Önceleri limonata satıcıları tarafından sokaklarda satılan kahve, 1645'te açılan İtalya'nın ilk kahvehanesinde yerini aldı. Kısa zamanda sayıları hızla çoğalan bu kahvehaneler de; diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde yerler oldu. Kahve Paris’e 1643, Londra’ya 1651’de ulaştı.
Avrupalılar dünyanın çeşitli yerlerinde kahve plantasyonları kurdular. Endonezya-Cava’da 1712 yılında kahve tarımı başladı. Hollanda Cava ve Doğu Hint Adaları’nda, Fransa Antiller'de kahve yetiştirdi.

Paraşüt'ün Tarihçesi


Paraşüt

Paraşüt, bir nesnenin atmosfere açık bir ortamda havanın kaldırma kuvvetinden yararlanarak yavaşça inmesini sağlayan gereçtir. M.S. 810-887 yılları arasında yaşayan Arap mucit Abbas Kasım İbn Firnas'ın İspanya-Kordoba'da paraşüte benzer bir alet kullandığı tarihi kayıtlarda mevcuttur. Çin'de de paraşütün ilk örnekleri kullanılmıştır. Leonardo Da Vinci'nin paraşütle ilgili çizimleri mevcuttur. İtalya'da 1470'lerden kalan başka paraşüt çizimleri bulunduğu gibi, 1595 yılında İtalyan Fausto Veranzio tarafından yapılan çizimler Da Vinci'nin ötesindedir. Günümüzde kullanılana en çok benzeyen paraşüt, 1783 yılında Fransız Louis-Sébastien Lenormand tarafından keşfedilmiştir. 1797 yılında Andre Jacques Garner bir sıcak hava balonundan ilk paraşüt atlayışını gerçekleştirmiştir.

Çamaşır Makinesi'nin Tarihçesi


Çamaşır Makinesi

Çamaşır makinesinin tarihi
Modern teknolojinin öncesinde çamaşır yıkamak hiç de sanıldığı kadar kolay, sıradan bir iş değildi. Çamaşır yıkamak, en az iki günlük, uzun bir uğraş gerektiriyordu. Çamaşır yıkamak için mutlaka hazırlık yapılması, bir gün önceden meşe odunu külünün bir gaz tenekesinde ya da kazanda iyice kaynatılması gerekirdi. O su ateşten indirilip dinlenmeye bırakılırdı. Küller iyice dibe çöküp, su tamamen berraklaşırdı. Çamaşıra başlanacağı zaman ocakta kaynayan su ile soğuk küllü su, uygun miktarda (genellikle bir tas küllü suya iki tas sıcak su), leğende karıştırılır: bu su ve sabunla çamaşırlar yıkanırdı. Küllü su ile çamaşır yıkamanın zorluğu sadece harcanan zaman ve emekten ibaret değildi; kaynar su, küllü su, kimilerinin buna eklediği soda ile çamaşırların kirini çıkarabilmek için iyice çitilemek, çamaşır yıkayanların ellerinde ağır tahribat yapardı. 1858’de Hamilton E. Smith, Amerika’nın ve tabii ki dünyanın ilk mekanik çamaşır yıkama cihazının patentini aldı. İlk çamaşır makineleri büyük bir kutu biçimindeki tekne içinde dönen çarklardan ibaretti. Teknenin yanındaki kol elle çevrildiği zaman içindeki çarklar da dönerek sudaki çamaşırları karıştırır, kirlerini akıtırdı. Ancak bu makineleri kullanmak neredeyse çamaşır tokaçlamak kadar zor bir işti. 1908’de, Amerikalı A.J. Fisher elektrik motoru ile çalışan bir makine geliştirildi. İlk motorlu çamaşır makinelerinin çoğunda teknenin ortasına hem yukarı-aşağı hem de sağa-sola hareket eden bir mille tutturulmuş karıştırıcı, çamaşırları da çevirerek sabunlu suyun aralarından geçmesini sağlar ve çamaşırları yıkardı. Yüzyılın ortalarında bir İngiliz firması karıştırıcıyı teknenin iç kenarına yerleştirmiş, bir pervane hızıyla dönen karıştırıcının çamaşırlara değmeksizin yalnızca suyu şiddetle karıştırarak, su içinde alabora olan çamaşırların yıkanmasını sağlamıştır. Bu teknoloji, teknik özellikleri son derece gelişmiş günümüz otomatik çamaşır makinelerinin ilk örneğidir. Otomatik çamaşır makineleri sadece bu hızlı dönüşle çamaşırları yıkamakla kalmaz. Makine önce yıkanan çamaşırların suyunu sıkar. Ardından teknenin içinde büyük bir hızla döndürülen çamaşırlar, santrifüj (merkezkaç) gücüyle sularını kaybeder ve kısa süreli bir havalandırmadan sonra ütülenecek kadar nemli bir hale gelirler. Türkiye’de ise çamaşır makinesine talep 1950’lerde kendini hissettirmiş, 1959’da Arçelik, bir yıl sonra Profilo üretime başlamıştır. Bugün 18 şirket bulunan sektörde üretimin %53’ü bu iki firma tarafından gerçekleştirilmektedir. Rekor satış 1979’da 313 bin makine ile gerçekleştirilmiştir. Bugün artık çamaşırları kir ve lekelerden arındırmak için bilinen tüm maddelerden daha etkili olan deterjanlar, giysilerimizin ömrünü uzatan yumuşatıcılar, hoş kokulu temizlik ürünleri ve gelişmiş çamaşır makineleri sayesinde, çamaşır yıkamak için harcadığımız zaman birkaç dakikadır.

Silgi'nin Tarihçesi


Silgi

Tarihçe

Charles Goodyear
Eski çağlarda, grafit ve kara kömür kalemlerin izlerini silmek için beyaz ekmek kullanıldığı bilinmektedir. Bugün bazı karakalem sanatçıları halen bu efekti kullanırlar. Modern gelişim ise şu şekilde olmuştur.
Fransız Akademisi'nin 1752 tutanağında silgiden bahsedildiğine rastlanmaktadır. Bu kayıtlarda, kalemle yazılan yazıları silmekte kullanılan, caoutchouch adı verilen, Güney Amerika ağaçlarından elde edilen bitkisel bir silgiden söz edilmektedir.
1770 yılında,ingiliz mühendis Edward Nairne, ekmek parçaları yerine kauçuk kullanarak ilk kauçuk-silgi'yi yarım inç-kübüne 3 shilling'den satışa sundu. Nairne, kauçuk parçalarını biraraya getirirken tesadüf eseri onların silme gücünü farketmiş ve ürünü oluşturmuştu. Bu yüzden ingilizce'de bazen silgi eraser yerine doğrudan kauçuk rubber kelimesi kullanılır.
Silgi konusundaki esas ilerleme, diğer pek çok konuda olduğu gibi 1839'da Charles Goodyear'ın volkanize kauçuğu keşfetmesi oldu. Böylece daha dayanıklı ve uzun ömürlü olan silginin kullanımı arttı.
İlk kurşun kalem ve silgi patenti New York'ta 30 Mart 1858'de Hymen Lipman tarafından alınmıştır. Bu patent 1862'de Joseph Reckendorfer tarafından Eberhard Faber için satın alınmıştır. 1875'de Amerikan Yüksek Mahkemesi ürünün yeni olmadığı gerekçesiyle pantenti geçersiz olarak kabul etmiştir

7 Ağustos 2009 Cuma

Sabun'un Tarihçesi

Sabun
Sabun, suyla birleştiğinde temizlemede kullanılan maddelerden kalıp ya da sıvı şekilde olanlara verilen genel ad.
Sabunun temizleyici etkisi, suyu çeken ince bir tabaka ile yağ parçacıklarını sarabilme yeteneğinden doğar.
Evlerde kullanılan sabunlar, doğada bulunan bitkisel ve hayvani yağlardan elde edilen yağ asitlerinin tuzlarıdır. Serbest halde bulunan karboksilli asitlerden de çeşitli sabunlar yapılabilir. Sentetik temizleme maddelerinin kullanıldığı 1930 yılından itibaren aynı manada kullanılan sabun ve deterjan kavramları birbirinden ayrılmıştır.
Sabunun tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Pompei'deki lav örtüsü altında kalan toprakta sabun kalıpları bulunmuştur. Modern sabun imali, 19. yüzyılda Fransız kimyageri, Eugène Chevreul'ün sabunun bir yağ asidi tuzu olduğunu göstermesinden sonra gelişmiştir.
Tarihte, sabunlar genellikle sodyum, soda küllerinin ya da potasyum ve tuzlarının ve yağlı asitlerinin kül suyuyla sabunlaştırma tepkimesine girmesi sonucu elde edilirlerdi. Temeldeki yağların hidrolizi gliserol ve rafine sabunu oluşturur.
Sabun, temizleme amacı yanında kozmetik, losyon, krem, sprey, ilaç yapımında kullanılır. Endüstride boya, plastik döküm, metal çekme işlerinde, sentetik kauçuk ve plastiklerin birçok türünün imalatında, su geçirmez tekstil üretiminde, metallerin paslanmasını önleyici yardımcı malzeme olarak birçok alanda kullanılmaktadır.

Deterjan'ın Tarihçesi

Deterjan
Tarihi
İlk deterjan üretimi 1917 yılında yapılmıştır. Alman kimyacı F. Günther, naftalini alkilleştirerek elde ettiği maddeyi sülfonlamış ve böylece ilk deterjanın aktif maddesini elde etmiştir. Bunu sonraki yıllarda özellikle Alman kimyacıların araştırmaları takip etmiş ve 1932 yılında Henkel'in Fewa ve Procter and Gamble'ın Dreft markalarıyla piyasaya çıkardığı yağ alkolü sülfatı bazlı deterjanlar ilk deterjanlar olarak tarihe geçmiştir.
Bugün batıda üretilen deterjanların %50-60'ı endüstride ve temizlik amacıyla büyük kuruluşlarda, %25-30'u temizlik amacıyla evlerde ve geri kalanı kozmetik ve kişisel bakım ürünlerinin formülasyonlarında kullanılmaktadır.

Yoğurt'un Tarihçesi

Yoğurt
Tarihçesi
Yoğurdun ilk defa nasıl yapıldığına dair yeterli miktarda bilgi mevcut olmamakla birlikte Kaşgârlı Mahmut tarafından 10. yüzyılda yazılan Divan-ı Lügat-it Türk ve Balas Gumlu Yusuf Has Hacip tarafından yazılan Kutadgu Bilig adlı eserlerinde yoğurt sözcüğüne rastlanmaktadır. Yoğurdun Avrupa'da yayılışıyla ilgili ilk bilgiye Fransız tıp tarihinde rastlanmaktadır. 16. yüzyılda Fransa krallarından I. Fransuva ateşli ishal hastalığına yakalanmıştır. Hiçbir doktorun tedavi edemediği kralı Osmanlı İmparatorluğu'ndan gelen bir doktor yoğurt ile tedavi etmeyi başarmıştır. Bu hadise neticesinde yoğurt daha geniş bir coğrafyada tanınmış, yeni dünyada yoğurt üretimine başlanmıştır.
Günümüzde birçok millet yoğurdun ilk kez kendileri tarafından üretildiğini ileri sürmekte, bu besini sahiplenmektedir. Başlangıçta yoğurdun hangi millet ya da kavim tarafından bulunduğuna dair somut bir bilgi olmamakla birlikte, yoğurt öz Türkçe bir kelimedir. Bu nedenle Orta Asya Türkleri tarafından bulunduğu kabul edilmektedir.
Tarih boyunca çeşitli dillerden yoğurt isimleri:
Mast
Yoghurt
Süttül Koyu
Yæoete
Yorchiskie
Yogı
Yogurtı
Aase
PasoMilkea

Gitar'ın Tarihçesi

Gitar
Tarihçesi
Yunan asıllı bir Çerkez olan gitar Luthier'i Yiannis Jurez Barilmeç 1982 yılında 7 telli ilk gitarı piyasaya sürmüştür. Telif hakkını kısa bir süre geçmeden dünyaca ünlü gitarları üreten Ibanez firması almıştır ve şu an hala çoğu müzisyenin ilk tercihi olan ibanez RX 24 ve LB 99 modellerini üretmiştir.Yiannis J. Barilmeç 1985 yılında 8 telli ve 1986 yılında 9 telli gitarları da piyasa sürmüştür. Çalınış zorluğu nedeniyle fazla rağbet görmemiştir.Fakat dünya virtiözlerinden örnek vermek gerekirse, Guthrie govan, Robben Ford, Junior Jay Burfy, Joe satriani de dahil olmak üzere birçok ünlü müzisyenin vazgeçilmez ekipmanı haline gelmiştir. 8 ve 9 telli gitar modellerinde ünlü müzisyenlerin kullandığı modeller arasında Barilmeç JJ ,Barilmeç Strat ve Barilmeç Lespal önde gelir.

Cam'ın Tarihçesi

Cam
Tarihçe
Cam ilk olarak antik çağlarda üretilmiştir ancak bulunuş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Mevcut en eski cam eşyalar, Afrikada'da bulunmuş M.S 1500'lü yıllara ait boncuklardır.

Camın hali

Cam kolye süsü. Cam işlemeciliği İtalya'nın Murano adasında yaygındır. Burada camdan yüzük ve diğer takılar yapılmaktadır.
Cam bir amorf katıdır.. Bu Haliyle de yer yer davranış olarak sıvı halde bir maddeye benzer. Sıvı maddelerin genel özelliklerinden olan viskozite, camda da bulunan bir özeliktir. Diğer bir deyişle cam akışkan bir maddedir ancak akış süresi o kadar uzundur ki bu akışı bir insan gözlemleyemez, yaşam süresi yetmez. Bu yüzden bizler camı katı bir madde olarak nitelendirebiliriz. Bundan başka camlar, katılar kadar belirgin erime sıcaklığı olmayan, sıvı davranışı gösteren katı bir faz olarak da nitelendirilebilir.

Camı oluşturan ana maddeler
Adi camın bileşimine giren üç grup madde vardır. Bunlar cam haline gelebilen oksitler, eriticiler ve stabilizatörler denilen maddelerdir. Camın bileşimine giren bu maddeler kum-soda-kireç olarak da adlandırılabilirler. Adi camın bileşimine giren maddelerin dışında cama önemli özellikler kazandıran ve üretimde bazı yararlar sağlayan yardımcı bileşenler vardır.
Camlaşma özelliği olan bu maddeler genelde ağ oluşturan bazı oksitlerdir. Kuvars kumu bunların başında gelir. Ağ oluşturan oksitlerin en önemlileri ise SiO2, B2O3 ve P2O5 (fosfor) dir.

Gözlüğün Tarihçesi

Gözlük
Tarihçe
8. yy. Mısır hiyeroglifleri'nde elde edilen bulgulara göre "basit cam mercekler"den sözedilmekteydi. Görme bozukluğunu giderme amaçlı gözlüklerin ise, 12 yy. sonları ve 13. yy başında cam endüstrisi gelişmiş olan Venedik'te kullanıldığı, bugünkü kullanım şekline en yakın halinin ingiliz bilimadamı ve filozof Roger Bacon tarafından yapıldığı bilinmektedir. İlk başlarda gözlük, elle tutulan "lorgnette" denen modeldeyken, daha sonra "kelebek" adı verilen, gözlerin önüne, burun üstüne oturtulan model geliştirildi. Monokl denen ve tek gözde, göz çevresi kaslarıyla sıkıştırılarak kullanılan modeller gibi aşamalar geçiren gözlük, 1727 yılında Londra'da Edward Scarlett'in gözlük sapını bulmasıyla bugünkü şekline kavuştu. İlk gözlükçü dükkânı 1783'de Philadelphia'da açıldı. Önceleri elde üretilen gözlük, daha sonra fabrikasyon üretime geçerek maliyetlerinin de düşmesiyle çoğalarak yaygınlaştı. Yaşam kalitesini artırarak görme bozukluklarını gidermesi açısından gözlüğün insanlığın gelişimine oldukça önemli bir katkısı vardır.

Bisiklet'in Tarihçesi


Bisiklet

Bisikletin Tarihçesi

Bisikletin evrimi (Ayrıntılarını görmek için resmin üstüne tıklayınız)

1818 tarihli Karl Von Drais'in bisikleti
İlk bisiklet çok ilkel biçimde 12. yüzyılda Çin'de görülmüştür. Fransız Sirvac yaptığı sağ ve sol ayakların itmesiyle yürüyen bisiklet yapmıştır. "Celerifere" adını taşıyan bu alet 1791 tarihlidir. Baron Karl Von Drais, Drais de Senerbol'un yaptığı bisikleti geliştirmiş ve bisiklete gidon eklemiştir. Bu bisiklet 1816 yılında yapılmıştır. Bu bisiklet tahtadan imal edilmiştir. 1818'de bisiklette metal kullanılmaya başlanmıştır.
Leonardo Da Vinci'nin çizimleri kullanarak ilk pedallı bisikleti üreten Kirkpatrick Mac Millan'dır. 1839-1840 yılları arasında İskoçya'da yapılan bu bisiklet, halen Londra Science Museum'da sergilenmektedir. 1855'te Fransız Ernest Michaux'un bisikleti pedalı etkin olarak kullanmıştır. 1870ten sonra geliştirilen yeni bisikletlere "Bicyole" denilmiştir. Bu modelde ön tekerliğin çapı bir ila 1,5 metre arasında değişmiştir.
İlk seri üretim bisiklet "Michaux Company" tarafından yapılmıştır. Şirket, yılda yüzkırk bisiklet üretiyordu. Bisikletin ilgi görmesi dönemin devletlerinin de dikkatini çekmiştir. 1800'lerin ikinci yarısında Fransa Savunma Bakanlığı bisiklet üretimini destek vermiş ve 1871'de imal edilen bisikletlerAlmanya ile yapılan savaşta kullanılmıştır.
Trufaut, içi boş kauçuk lastiğini bulmuş, bunu İngiltere'de eşit tekerlekli komple kadrolu, bilyalı ve milli bisikletlerin yapılması ve ardından ortadan katlanan portatif bisikletler izlemiştir.
İrlanda'da 1888 yılında havalı plastik biskletler piyasaya sürülmüştür. Bu durum, bisiklet endüstrisini geliştirmiştir. Bisiklet üretiminde kullanılan malzemenin fiyatının yüksekliği, işçilik maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle halka inememiştir. 1800'lerin sonundan fabrikaların artması ve seri üretimin hızlanmasıyla maliyetlerde yaşanan düşüş bisikletin geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. Özellikle Fransa, Belçika, İngiltere, İtalya veİspanya'daki bisiklet fabrikaları bisikletin bu ülkelerde yaygınlaşmasına ve bisiklet sporunu gelişmesine önayak olmuştur.
I. Dünya Savaşı'nda Avrupa ülkeleri bisikleti askeri amaçla (ordu süratinin artırılması) kullanmışlardır.

Baklava'nın Tarihçesi


Baklava

Tarihçe

Tepsiye dizilmiş baklavalar.

Yalvaç'a özgü Damat baklavası.
Birçok ulusun mutfağında yer etmiş baklava birçok ulus tarafından da sahiplenilir. Baklavanın gelişim tarihi tutulmadığından bu konu belirsiz olsa da bulunan kanıtlar onun Orta Asya Türk kökenli bir tatlı olduğunu göstermektedir. Zamanla Topkapı Sarayı'nda bugünkü halini almıştır.
Vrıonis (1971), Deipnosopiste'de belirtilen gastris, kopte, kopton veya koptoplakos gibi eski Yunan tatlılarını baklava olarak tanımlamıştır ve bunların Bizans tatlısı olduğunu iddia etmiştir. Ancak Perry (1994) bu tatlıların baklava olmadığını çünkü bu tatlıların hamur içermediğini göstermiştir. Bu tatlılar fındık ve balın karıştırılmasıyla yapılıyordu ve bugünkü pasteli veya helvaya benziyorlardı.
Perry ayrıca ince ekmeğin (yufka) arasına malzemeler koyularak yapılan yemeklerin (örn. börek) Türk kökenli olduğunu ve bu tekniğin Orta Asya Türk kökenli olduğunu belirtmiştir. Ayrıyeten her yıl Ramazan'ın 15'inde yeniçeriler Osmanlı sultanlarına tepsiler halinde baklavalar sunuyorlardı ve bu törene Baklava alayı deniyordu. (Wasti 2005)
Baklava'nın kökeninin Süryanilere dayandığı iddia edilse de bu iddiayı destekleyen bir kanıt bulunamamıştır. Claudia Roden ve Andrew Dalby Osmanlı döneminden önceki Yunan, Arap ve Doğu Roma(Bizans) kaynaklarında baklavadan bahsedilmediğini belirtmişlerdir.
Baklava benzeri bir tatlıya dair ilk kayıtlar Çin Yuan (Moğol) hanedanlığı zamanındaki bir yemek kitabına (1330) dayanır. Tarif edilen tatlının ismi güllaçtır ve büyük ihtimalle bugün bildiğimiz güllacı kastetmektedir.

Ayakkabı'nın Tarihçesi


Ayakkabı

Ayakkabının tarihi
Eskiçağlarda çoğu insan, tabanı deriden ya da tahtadan sandallar giyerdi. Bu tür sandallara Eski Mısırlıların mezarlarında rastlanmıştır. Eski Yunanlıların avlanırken uzun çizme giydikleri görülmüştür,bunun yanında banyoya bile ayakkabı ile girdikleri bilinmektedir. Girit'tekiMinos uygarlığı ve Roma dönemlerinde bu tür ayakkabı ve çizmeler kullanılmıştır.
Ortaçağda, ayağı sarması için yumuşak deri ya da kumaştan yapılan ayakkabıların burunları sivriydi. Yolculuk sırasında ise potinler ya da baldırlara kadar çıkan çizmeler giyilirdi. 14. yüzyıl sonlarına doğru öylesine uzun burunlu ayakkabılar üretildi ki, bunlarla yürüyebilmek için ayakkabının burnunu bir zincirle diz kemerine bağlamak gerekiyordu.
Daha sonraki tarihlerde ayakkabılara yüksek mantar topuklar eklendi. Ayakkabıyı korumak amacıyla giyilen mantar topuklu şosonlar 1575'te moda oldu. Ama kötü havalarda ya da çok yağışlı bölgelerde tahta tabanlı ayakkabılar da giyiliyordu. Bu tür tahta ayakkabıları (sabo), Hollandalı çiftçiler günümüzde degiymazler

Sabo
17. yüzyılın başlarında ayakkabıların yerini alan yüksek topuklu uzun çizmeler, evde bile giyiliyordu. Sonraları, dantelli çorapların görünmesi için çizmelerin üst kenarları dışa doğru kıvrıldı. 1660'tan sonra siyah, üzeri bağcıklı ya da tokalı, kalkık kare burunlu ayakkabılar çizmenin yerini aldı. Kadın ayakkabıları erkek ayakkabılarının modasını izledi. 17. yüzyıldan başlayarak, sivri burun ve yüksek topuklarıyla özgün bir biçim aldı.
1720'lere kadar kare burunlu ayakkabılar yaygındı. Bu tarihten sonra bunların yerini yuvarlak burunlu ayakkabılar aldı. 1770'lerde üstte geniş kıvrımları bulunmayan uzun çizmeler moda oldu. 18. yüzyılda kadın ayakkabıları saten ya da brokardan yapılıyor ve toka, kurdele ya da fiyonklarla süsleniyordu. Yüksek topuklu ayakkabılar 1790'da tümüyle ortadan kalktı. Sokaklar ve yollar öylesine kötü ve çamurluydu ki, insanlar evden dışarıya çıkarken şosonlarını giymek zorunda kalıyorlardı.
19. yüzyılda kadın ayakkabıları saten ya da kadifedendi ve topuksuzdu. Erkekler ise genellikle düğmeli, bağcıklı ya da yanları esnek çizmeler giyiyorlardı. 1860'ların bağcıksız ve yanları esnek yarım çizmeleri çoğu zaman beyaz ipekten yapılıyordu. On yıl sonra yüksek topuklar yeniden moda oldu, çizmeler de yanları düğmeli olarak yapılmaya başlandı. Ayakkabılarda ve çizmelerde hâlâ bez kullanılıyordu, ama ayakkabıların burunları bazen deriden yapılıyordu. 19. yüzyılda kadınlar fabrikalarda ve bürolarda çalışmaya, ayrıca yürüyüş ve bisiklete binmek gibi sporlar yapmaya başlayınca daha sağlam ayakkabılar kaçınılmaz hale geldi. Bağcıklı rahat yürüyüş ayakkabısı Birinci Dünya Savaşı (1914-18) sırasında ortaya çıktı. Günümüzde de ayakkabı yapımında moda önemli rol oynamaktadır.

Türklerde ayakkabı
Orta Asya'da Türkler deriden ve yünden giyim eşyaları yapmakta ustaydılar. Çizme ve çarık en yaygın ayakkabı türüydü. Deri çizmenin yanı sıra, yaygın olarak yünden keçe çizme de yapılıyordu. Hükümdarlar kırmızı renkli çizmeler giyiyorlardı. Çizme ata binenler için çok elverişliydi.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ordunun, yönetici sınıfların ve kentli halkın gereksinimlerini karşılamak üzere zamanla ayakkabı çeşitleri çoğaldı ve ayakkabıcılık çok gelişti. Diğer zanaatçıların olduğu gibi ayakkabıcıların da bir örgütü vardı. Üretilen ayakkabıların niteliğini lonca denetlerdi. Ayakkabı satıcıları için kullanılan kavaf sözcüğü, giderek yapımcıları da kapsadı. Kavaflar da çizmeci, yemenici, nalıncı, terlikçi ve pabuççu gibi adlar alırlardı.
Osmanlı toplumunda ayakkabı, giyenlerin toplumsal konumuna ve mesleğine göre çeşitlilik gösterirdi. Ev içinde yüzleri atlas ve kadife gibi kumaşlardan yapılmış, üzerleri sırmayla işlenmiş hafif ayakkabı ve terlikler giyilirdi. Dışarıda giyilen deri ayakkabı ve çizmelere de süslenirdi. Topkapı Sarayı Müzesi'nde, ince bir zevkle ve hünerle işlenmiş deri ayakkabı ve çizmeler sergilenmektedir.
Osmanlı dönemindeki ayakkabılar, yapıldıkları malzemeye, biçimlerine ve kullanıldıkları yere göre adlar alırdı. Başmak, cimcime, çapula, çizme, yarım çizme, çedik, çedik pabuç, edik, fotin, galoş, mest, kalçın, kundura, merkub, nalın, sandal, terlik, tomak, yemeni başlıca ayakkabı çeşitleriydi. Genellikle alçak ökçeli ya da ökçesiz, yumuşak deriden yapılan rahat ayakkabılar tercih edilirdi. Dışarıda giyilen ayakkabılardan bazıları mest-ayakkabı gibi iki parçadan oluşurdu. Ayağa giyilen mestin üzerine onu yağmur ve çamurdan korumak amacıyla, önceleri ayakkabı, sonraları da lastik giyildi. Şoson ya da galoş denen lastik ayakkabının içine geçirilerek giyilen mestler, özellikle namazlarını camilerde kılanlarca kullanılırdı.
16.-18. yüzyıllarda İstanbul, Edirne ve Bursa'da ayakkabıcılık çok gelişmişti. 19. yüzyıl sonlarına kadar Türkiye'de ayakkabı yapımı tümüyle el işçiliğine dayanıyordu. Beykoz'daki deri fabrikasına 1884'te ayakkabı yapım bölümü eklendi. 1933'te Sümerbank'a devredilen Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası makineli üretimin yapıldığı önemli bir yerdi. Günümüzde ayakkabı üretimi daha çok özel sektör tarafından gerçekleştirilmektedir.

Şemsiye'nin Tarihçesi


Şemsiye

Tarihçe
İlk şemsiye kullanımına Mezopotamya'da rastlanır. Güneşten korunmak amacıyla kullanılan ilk şemsiyelerden sonra m.ö. 1200 yıllarında eski Mısır'da koruyucu bir niteliği olduğuna inanılan şemsiye, Roma kültürüne Mısır'dan geçti. Yapımında yaprak ve papirüslerin kullanıldığı şemsiyenin kullanımı Eski Yunan kültüründe de görülür. Yağmura karşı ilk kullanımın Çin’de olduğu bilinmektedir. Kağıttan yapılan şemsiyeler reçinelenerek su geçirmez yapılmış ve yağmurdan korunmak amacıyla kullanıldı. 16. yüzyıl sonlarında batı dünyasında yaygınlaşan şemsiye; Fas'lı gezgin ve yazar Janas Hanway (1712-1786) tarafından Londra'da kullanılarak aksesuarın tanınmasını sağladı. Bu süreçte İngiliz burjuvazisi tarafından "Hanway" olarak adlandırıldı.
İlk zamanlarda bir çeşit yağla kaplanarak su geçirmezliği sağlanan şemsiyeler, çok dayanıklı olmamakla birlikte giderek kullanımının artmasıyla daha dayanıklı modeller üretilmeye başlandı. Seri üretimine 1830 yılında Londra'da "James Smith and Sons" şirketinde başlanan şemsiyelerin saplarının yapımında balina kemiği ve ahşap tercih edildi. 1852'de Samuel Fox adlı bir üreticinin çelik tel kullanmasıyla değişik modellerin üretimine başlandı.

Türkiye'de şemsiye
Türkiye'de ilk örnekler ülke dışından getirilen şemsiyelerin kullanımıyla oldu. 1882 yılında İstanbul'da yaşayan Robenson adlı bir İngiliz'in üretime başlamasıyla ilk yerli yapım şemsiyeler de kullanıma girdi. Bugün dünyada, çeşitli modelleri, boy ve renkte olanları bulunan şemsiyeler, değişik yay mekanizmaları aracılığıyla açılıp kapanan, manuel, yarı otomatik ve tam otomatik modeller içermektedir.

Masa'nın Tarihçesi

Masa
Tarihçe
Bilinen ilk masalar Mısırlılar tarafından imal edilmiş ve kullanılmıştır. Eşyaları yerden yüksekte tutmak amaçlı olarak metal veya taş satıhlardan yapılmışlardır. Yunanlılar ve Romalılar masayı özellikle yemek yemek için kullanmışlardır.Yunanlıların masaları kullanım sonrasında yatakların altına sürüyor olmaları ilginçtir. Sehpa havasında, bronz veya gümüş karışımlı, mermer, tahta ya da metal masalar geliştirmişlerdir. Daha sonraki zamanlarda, ayrı parçalardan oluşmuş daha büyük dikdörtgen ve yuvarlak masalar Romalılar tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu zamanında, masalar genelde metal ya da ahşaptan imal edilirdi ve dört ayağı X şeklinde iplerle tutturulurdu. Yemek masaları daha geniş ve yuvarlaktı. Batı Avrupa'da yoğun savaşlar ve işgaller bilgi kaybına yolaçmış ve hızlı yer değiştirme zorunluluğunda kalan toplumlarda masalar daha çok derme çatma bir hal almıştır. Ahşap işciliği küçük yuvarlak masalar 15.yüzyıldan itibaren günlük yaşama girmişlerdir. Gotik dönemde, sandık kullanımı yaygınlaşmış ve bu eşya çoğunlukla masa olarak da kullanılmıştır. Yemek masaları ise ilk kez 16.yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. Yerde oturmaya ve yemeğe alışık Türk toplumunda ise masa kullanımı ilk kez 19.yüzyıla denk gelir.

Gümüş'ün Tarihçesi


Gümüş

Tarihçesi

Simyacıların gümüş için kullandığı sembol.
Gümüş çok eski zamanlardan beri bilinmekle birlikte yine de altın ve bakırdan sonra keşfedilmiştir. Altın az olmasına rağmen, dünyanın her yanına yayılması sebebiyle daha önce kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca tabii halde gümüş az olup, çok derinlerde bulunuyordu. Gümüşün M.Ö. 3100 yıllarında Misirlılar ve M.Ö. 2500 yıllarında Çinliler ve Persler tarafından kullanıldığı belirtilmiştir. Yunan tarihinde Atina'daki gümüş madenlerine rastlanır. M.Ö. 800 yıllarına doğru gümüş, Nil nehri havalisinde para olarak kullanılmaya başlanmıştır. Gümüşü ilk olarak Romalıların işlemeye başladıkları iddia edilmektedir. Endüstri ilerledikçe daha karışık ve saf olmayan gümüş filizleri üzerinde çalışılmaya başlandı. Bugün gümüş büyük bir nisbette bakır, kurşun ve çinko üretimindeki yan ürünlerden elde edilir.

Altının Tarihçesi

Altın
Tarihçe
Tarihte bilinen kayıtlara göre Mısır hükümdarları zamanında M.Ö. 3200 yıllarında, altın darphanelerde eşit boyda çubuklar halinde çekilerek para olarak kullanıldı. Au Latince Aurum kelimesinden gelmektedir.
Peru’da M.Ö. 2000 yılına ait altın ziynet eşyaları kalıntılarına rastlanmış olup, Amerika kıtasındaki Aztekler ve İnkaların da altına tutkun oldukları bilinmektedir.
Altına önem veren eski medeniyetler arasında; Yunanları, İranlıları, Makedonyalıları, Asurluları, Sümerleri ve Lidyalıları saymak yerinde olur.
M.Ö. 550 yıllarında Lidya Kralı Krezos, altını para olarak (sikke) bastırmış ve altının para olarak basılması ile de ticaret artmıştır. Şehirler zenginleşmiş ve dünya yeni bir refah dönemine girmiştir.
Türk boylarında İskit ve Sormatların (M.Ö. 1000) milli kahramanları konu alan altın toka yapımında ileri oldukları bilinmektedir. Dördüncü ve dokuzuncu yüzyıl aralarında ise altın kase, vazo işçiliğinde en güzel örnekleri vermişlerdir. Bu eserlerden bir kısmı New York, Morgan kolleksiyonunda teşhir edilmektedir. Türkler müslümanlığı kabul ettikten sonra altından eşya yapımını azaltmışlardır. Altın eşyayı sadece süs olarak kullanmışlardır. Çıkarılan yerler: Antakya, Niğde, Balıkesir, Kütahya, Bursa, İzmir ve çevresidir.Dünyada ise Yeni Gine’de çıkartılır.

Akvaryum'un Tarihçesi

Akvaryum

Etimoloji
Akvaryum kelimesinin kökeni Latince su anlamına gelen aqua sözcüğü ile yer, bina anlamına gelen -rium son ekinin birleştirilmesiyle oluşan aquarium kelimesidir.

Antik uygulamalar

Koi, yüzyıllardır Japonya ve Çin’de dekoratif amaçlı havuzlarda bulunur.
Kapalı ve yapay ortamlarda balık bakılması, tarihi çok eskilere dayanan bir uygulamadır. Antik uygarlıklardan Sümerlerin, yakaladıkları balıkları yemek için hazırlamadan önce havuzlarda tuttukları bilinir. Koi ve japon balığının sazan balığından türetilmesine yaklaşık 2000 yıl önce başlandığı sanılmaktadır. Mısır’da Oxyrhynchus kazıalanında bulunan kalıntılarda Eski Mısır sanatına ait, dikdörtgen tapınak havuzları içinde kutsal balıkların beslenmesine dair çizimlere rastlanmıştır. Birçok kültürün tarihinde hem işlevsel hem de dekoratif nedenlerle balık beslendiğine rastlanır. Çinliler, Song hanedanı döneminde büyük seramik kaplar kullanarak Japon balıklarını iç ortama taşımıştır.

Cam kaplar
İçinde bulunan balıkların gözlemlenebileceği, saydam ve kapalı bir su tankından oluşan, içeride tutulabilecek bir akvaryum fikri, görece yakın geçmişte ortaya çıkmıştır ancak bu gelişmenin tam tarihini bulmak oldukça güçtür. 1665 yılında günceleriyle tanınan Samuel Pepys, Londra’da "bir su kabında tutulan ve orada yaşayabilen, üzerinde yurtdışından getirildiği yazan oldukça ender rastlanan bir güzelliğe" rastladığını yazar. Peppys’in gördüğü balık büyük olasılıkla o zamanlar Doğu Hint Şirketi tarafından ticareti yapılan, Çin’in Kanton bölgesinde Guangzhou’da bulunan bir bahçe balığı olan cennet balığıydı (Macropodus opercularis). 18. yüzyılda biyolog Abraham Trembley, Hollanda’da bulunan hidraları incelemek amacıyla büyük camdan silindirlerde tutmuştur. Suda yaşayan canlıların cam kaplarda beslenmesi kavramı bu döneme dayanmaktadır.

Popülerlik

İngiltere'nin Bristol şehrinde, Bristol Hayvanat Bahçesi akvaryumunda Güney Doğu Asya balıkları. Su tankının yüksekliği yaklaşık 2 metredir.
1851 yılında Büyük Fuar’da dökme demirden çerçeveler içinde süslü akvaryumların yer almasından sonra Birleşik Krallık’ta akvaryumda balık beslemek yaygın bir hobi hâline gelmiştir. Çerçeveli camdan yapılan akvaryumlar 1830’larda uzun deniz yolculukları sırasında egzotik bitkileri korumak için Britanyalı bahçıvanlar için geliştirilen sırlı Ward kasasının özel bir çeşidiydi. 19. yüzyıl akvaryumlarının metal alt paneli sayesinde içindeki su altında yakılan ateş ile ısıtılabiliyordu. Akvaryuma ilgi konusunda Büyük Britanya ile yarışan Almanya’da yüzyılın başında Hamburg, Avrupa’ya birçok yeni akvaryum balık türünün giriş noktası olmuştur. I. Dünya Savaşı’ndan sonra yerleşim yerlerine elektrik verilmesinden sonra akvaryumlar daha da yaygınlaştı. Elektrik ile birlikte yapay ılıtma, havalandırma, filtreleme ve ısıtma gibi akvaryum teknolojisi büyük ilerleme kaydetti. Hava taşımacılığı ile birlikte birçok uzak bölgeden yeni türlerin getirilmesi akvaryumda balık beslemeye ilgi duyanların sayısının artmasını sağlamıştır.
Dünya çapında yaklaşık 60 milyon kişinin akvaryumda balık beslediği ve daha fazla sayıda akvaryum bulunduğu tahmin edilmektedir. Özellikle Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika'da akvaryum hobisi yaygındır. ABD’de akvaryum sahiplerinin %40 gibi önemli bir çoğunluğunun iki ya da daha çok akvaryumu bulunmaktadır.

Türkiye’de akvaryum
Türkiye’de akvaryum hobisi görece yeni olup kırk ile elli yıllık bir geçmişe dayanır. Özellikle 1980'lerde yurtdışından yabancı ve egzotik balık türlerinin ithal edilmesiyle birlikte ilgilenen sayısının artması ile günümüzde akvaryum ile uğraşanların 200.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Kalem'in Tarihçesi

Kalem

Kalem, tarihte antik Mısırlılar ve Romalılar tarafından kullanılmıştır. Kalem kelimesinin Latincesi pencillus, küçük kuyruk anlamına gelir. Almanca Bleistift, kelimenin tam anlamıyla "kurşun kalem" anlamına gelir.

Grafit Tortusunun Bulunuşu

1565 yılında, bazı kaynaklara göre ise erken 1500 yıllarında Borrowdale Kilisesi, Cumbria, İngiltere yakınlarındaki Seathwaite kentlerinden ilk kalem taslakları ortaya çıkmıştır. Bu taslaklar, koyun işaretleme ihtiyacının bir ürünün olarak ortaya çıkmıştır. Grafitin bu ihtiyaç için son derece saf, sağlam kolayca şekil alabilir olması, kullanılmasında büyük rol oynamıştır. Zamanla grafit değerlenmiş ve kullanım alanları artmaya başlamıştır. Ancak grafitin bu ilk hali kullanışsız olup çeşitli formlarda etksini kaybedebilen bir maddeydi. Bunun üzerine grafit yünlerle, daha sonra ise sopalarla kullanılmaya başlandı. Artık grafit giderek kalem halini alıyordu. İlk denemeler, toz haline getirilmiş grafit, kükürt ve antimon kullanılarak yapılan blok kalemlerdi. Yapılarında ahşap kullanılıyordu. Çubuk kalemler artık zararsızdı ve artık grafit zehirli değildi.

Tahta Tutakların Eklenmesi

İlk ahşap tutakları düşünen İtalyanlar olmuştur. İlk tutaklar kare şeklinde olup, grafit ve kare prizma şeklinde bir çubuktan oluşmuştur. Ancak bu kullanışsız kalem üzerinde çalışmalar devam ettirilmiştir. Özelikle bir İtalyan çift, Simonio ve Lyndiana Bernacotti adlı iki marangoz, marangozluk parçalarını işaretleme amacıyla ilk modern ahşap çubuklu kalemi geliştirdiler. Onların geliştirdikleri bu kalem, oval ve daha düz bir kalemdi. Bu taslak ilk olarak ardıç ağacından çukurlu bir çubuk ile yapıldı.Kısa sürede üstün bir teknik ortaya çıktı: İki ahşap yarısı bir grafit takılı ve iki yarısı sonra birlikte yapıştırılmış sopa. İşte bu yöntem, bugün kullanılan kurşun kalemlerin yapılış yöntemini başlatmıştı.


Kalemin yapılış şeması

Katı grafit için, 18. yüzyılda bilinen tek grafit kaynağı İngiliz Seathwaite Fell madenleri'ydi. Fransa'da, kalem ihtiyacıyla grafit ihtiyacı ortaya çıktı. Ancak Fransa grafit ithalatını gerçekleştiremedi. BUnun üzerine Napolyon'un ordusundan bir Subay, Nicholas Jacques Conte, 1795 yılında kil ve toz grafitin karıştırılıp tahta çubuklarla fırına verilmesiyle oluştıraln kalemler keşfetti. Kil-Grafit karışımının oranları farklı olarak, grafit çubuğun sertlik dercesi de farklı olabiliyordu. Buy öntemle grafite olan ihtiyaç belli bir miktar azaltılabilmekteydi. Bu yöntem, 1790 yılında kullanılmaya başladı.

İngiltere'de, tüm kalemlerde bıçkı grafit yapılmaya devam etmiştir. İlk başarılı yöntem, Henry Bessemer'in 1938 yılında katı grafit içine sıkıştırılan grafit tozunun bıçkılanmasıydıç Böylece kalem tekrar kullanılabiliyordu.


Amerikan devrimine kadar, Amerikan kolonistler kalemleri Avrupa'dan ithal etmişlerdir. Amerika'da ilk ahşap kalemlerin William Munroe adlı bir marangoz tarafından yapıldığı söylenir. Ancak bu, Concord'da ilk kalem tasarımı değildir. Henry Petroski'ye göre, deneyüstüce filozof Henry David Thoreau iyi bir kalemin nasıl yapılacağını bağlayıcı olarak kıl kullanarak keşfetti. Bu buluştan sonra, Thoreau'nın babasından kalan, Charles Dunbar'ın Hampshre'daki 1821 yılında grafit kullanılarak kalem ürettiği kalem fabrikası tanınmaya başlandı.

William Munroe'nun kalem yapımı metodu özenli ana yavaştı. Massachusetts'in Acton şehrinde, Ebenezer Wood isimli bir kalem fabrikası sahibi kalem üretiminin otomatikleşmesi için çalışmalar yürüttü. İlk olarak daire testereler kullandı. Ancak Ebenezer Wood buluşunu patentlemedi. Tekniklerini isteyenlerle paylaştı. Bu kişilerden biri olan Eberhard Faber kalem üretiminde lider oldu.

19. yüzyılın bitiminde, 240,000'den fazla kalem hergeçen gün Amerika'da kullanılmaya başlandı. Kalemler için en çok kullanılan ağaç Kızıl Sedir'di. Kızıl Sedir aromatikti ve kesildiğinde kıymık oluşmuyordu. Erken 1900'lerde Kırmızı Sedir malzemesi azalmaya başladı. Çünkü kalemlere duyulan talep sürekli artıyordu. Bunun sonucunda, 1915'te ilk kez mekanik kalem üretimine gidildi. Daha sonra Kırmızı Sedir'e alternatif ağaçlar bulundu. Dünya çapında, her yıl 14 milyonun üzerinde kalem üretilmektedir.

Silgili Kalemler

30 Mart 1858 tarihinde, Hymen Limpman kalem arkasına silgi bağlamak için ilk patent aldı. 1862 yılında, Limpman patentini Joseph Reckendorfer'e 100.00 Dolar'a sattı. Joseph Reckendorfer, Faber-Castell'i patent ihlalinden dava etmişti. Ancak 1875 yılında Amerikan Yüksek Mahkemesi, Joseph Reckendorfer'in patentine geçersiz ilanı verdi.

Kalemi silgiye bağlayan metal halkaya yüksük denir.

Üretimi

Modern kalemler, endüstriyel olarak ince tabanlı grafit ve kil tozu karışımının su eklenerek oluklu ahşap çubuklara yerleştirilip fırınlanmasıyla üretilir. Ortaya çıkan bu dizeler, süzme yap veya erimiş muma daldırılır. Birleştirilen oluklu kalemler, sarılır ve boyanır. Kalemlere silgi v.b. materyaller eklenebilmektedir.

Davul'un Tarihçesi

Davul
Davul, en yaygın vurmalı çalgılardan biridir ve dünyadaki hemen bütün halkların kültürlerinde yeri vardır. Yazılı tarihten çok önce Eski Mısırlıların, Asurluların ve Uzakdoğuluların davulu kullandıkları bilinmektedir. Bilinen en eski daalahelanı versinvulun neolitik çağda yapılmış olmasına karşın, insanın ritim duygusunun çok daha önce gelişmiş olduğu sanılmaktadır. Amerika Yerlileri dinsel törenlerinde dans ederken, tempo tutmak için davul çalarlardı. Afrika'nın Siyah halkı, hem dans ederken hem de şifreli vuruşlarla kabileden kabileye haber yollarken davulu kullanırdı. Afrika’da bu amaçla hâlâ davul kullanılmaktadır.

Süt'ün Tarihçesi

Süt

M.Ö. 8000 yılına ait, Anadolu’da tapınak duvarlarında, evcilleştirilmiş, taşıma, süt ve et temini maksadıyla kullanılan sığırları gösteren çizimlere rastlanmıştır

İnsanoğlu, 5000 yıldan beri süt içiyor. Bu konudaki ilk kanıtlar Dicle ve Fırat ırmakları arasında kurulan Sümer Uygarlığı'nın Ur kentinde bulunmuştur. Bir yaşam mucizesi diye nitelenebilecek kadar büyük besin değerine sahip olan sütün, insan yaşamındaki yeri insanlık tarihi kadar eskidir. M.Ö 26.Yüzyıl'a ait Babil kabartmalarında süt ve süt kesiği temalarının işlendiğini görüyoruz.

Yine M.Ö. 8. Yüzyıl'da Homer'in yazılarında süt, süt kesiği ve peynirle ilgili anlatımlara rastlanır.

İncil'de de İbrahim Peygamber'in üç meleğe tatlı ve ekşi süt sunduğu anlatılır. M.Ö. 4. Yüzyıl'da Antik Trakya ahalisi bugün yoğurt adıyla bildiğimiz "prokiş" dedikleri bir çeşit ekşi süt üretiyorlardı. Süt işleme tekniklerini bugünkü Rusya, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine tanıtanların da Moğollar, Persler ve Türkler'le birlikte diğer göçebe kavimler olduğu söylenir. Yüzyıllardır sağlığa yararlı bir içecek olduğu söylenen sütün yararları uzmanlarca kanıtlanmıştır. Süt içerdiği bol tüm kalsiyum ve vitaminlerle birçok hastalığı önler, hatta tedavi eder. Bu yüzden uzmanlar, sağlık açısından bol miktarda süt tüketilmesini öneriyorlar.

Kanser düşmanı süt; kanseri özellikle de bağırsak kanserini önlemeye yardımcı olur. Kaliforniya Universitesi'nden Doktor Cedric Garland'ın 20 yıllık bir araştırması, süt tüketen kişilerin daha sağlıklı bağırsaklara sahip olduğunu gösterdi. 20 yıl boyunca 2000 kişiyi inceleyen Garland, günde 2-3 bardak süt içen kişilerde bağırsak sorunlarına, hatta bağırsak kanserine pek rastlamadığını belirtti. Bu yüzden Garland, bağırsak kanserini önlemek için günde 2-3 bardak süt tüketilmesini öneriyor. Tıpkı diğer bilim adamları gibi, Garland da sütün içerdiği kalsiyum ve D vitamininden dolayı bu kadar yararlı olduğunu ileri sürüyor. 1987 yılında yapılan bir araştırmada, Avusturya'da bol miktarda bağırsak kanserine rastlanması dikkat çekti. Hafta'da en az 2-3 bardak süt tüketmeyen kişilerde, bağırsak kanserine yakalanma olasılığının daha yüksek olduğu tespit edildi.

Uzmanlar, sütte bulunan kalsiyumun bağırsaklardaki, kansere yol açabilen fazla asitleri yok ettiğini ve böylece sindirim sisteminin sağlıklı bir şekilde çalıştığını belirtiyorlar. New York Kanser Araştırma merkezi'nde kanser hastaları incelendi ve süt içen hastaların kanser hücrelerine bakıldığında, hücre gelişmelerinde yavaşlamaya rastlandı. Böylece, kalsiyumun kanser hücrelerini yavaşlattığı kanıtlanmış oldu. Bostonlu bilim adamları, fermente sütün içerdiği "Asidofilis" bakterisinin de bağırsak kanserine karşı etkili olduğunu söylüyorlar.

Yapılan araştırmalarda, bu bakterinin kanser üreten hücreleri yok ettiği ortaya çıktı. Japon araştırmacılar, her gün süt içerek mide kanserinden de uzak durulabileceğini savunuyorlar. Yapılan birçok uluslararası araştırmalarda, süt tüketen kişilerde akciğer kanserine de pek rastlanmadı. Johns Hopkins Üniversitesi araştırmacıları, süt içen kişilerde kronik bronşite pek rastlamadıklarını dile getirdiler. Uzmanlar sütün; sigara, alkol ve bol miktarda kahve gibi bağımlılık yapan maddeleri tüketen kişileri bile koruduğuna dikkat çektiler. Yapılan araştırmalarda 1-2 paket sigara içen ve süt tüketmeyen kişilerde, kronik bronşite yakalanma olasılığının daha yüksek olduğu görüldü.

Dünyanın en yararlı içeceği süt, insanların doğumlarından itibaren ilk aldıkları besindir. İlk günlerinde annelerinin sütüyle beslenen bebeklere, daha sonraları hem anne sütü hem de hayvani sütler verilir. Süt bebeklerin narin vücutlarını sağlamlaştırır, güçlendirir. Süt binlerce yıldır olduğu gibi yine insan vücudunun en fazla ihtiyaç duyduğu içecek olmayı sürdürüyor. Sütün kadınlar için önemi ise, güzelliğe güzellik katması.

Televizyon'un Tarihçesi

Televizyon

Televizyon 1923 yılında, James Jargeson (Amerika) tarafından İngiltere'nin Hastings kasabasında icat edilmiştir. İlk televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayınlanmıştır. Başlangıçta noktalar halinde ve titrek olan görüntülerin kalitesi Baird tarafından geliştirilmiştir. Baird'in televizyon sisteminde mekanik olarak döndürülen diskler kullanmasına karşın aynı dönemde Marconi - Emi sistemi gibi elektronik olarak işleyen rakip sistemler de üretildi.

1930'ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya ve geniş kitlelere hitap etmeye başladı. Örneğin 1936 Berlin Yaz Olimpiyatları Almanya'da evlerdeki televizyonlardan izlendi.

Renkli Televizyon

1940'larda renkli televizyon çalışmaları hız kazandı. 1950'lerde ABD'de ilk renkli televizyon satışa çıktı, ancak renkli televizyon ABD'de 1960'larda geniş kitlelerce kullanılmaya başlandı.

Türkiye'de Televizyonculuk

Türkiye'de ilk televizyon yayını 1968 yılında TRT tarafından siyah beyaz olarak gerçekleştirildi. Başta tek kanalken sonradan TRT1, TRT2... gibi çeşitli TRT kanalları oluşturuldu. Renkli televizyona geçiş 1980'lerde kısmen gerçekleşti. 1990'lı yılların başında özel televizyon kanalları yayına başladı.

Domates'in Tarihçesi

Domates
ABD'de 1893 yılında mahkeme sebzelerle birlikte saklanıp yenildiğinden onu sebze diye sınıflandırmıştır fakat gerçekte meyvedir. Domatesin ilginç bir tarihi vardır. Bolivya ve Peru da yabani sarı renkli bir domates türü bulunmuş ve sonra Meksikada yetiştirilip, Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden sonra Avrupa'ya gemilerle gönderilmiştir. İtalyanlar sarı renginden ötürü onu altın elma olarak adlandırdı, ama çok geçmeden kırmızı türleri ortaya çıktı. Domates Amerika'da ilk defa Thomas Jefferson tarafından yetiştirildi. Ama pek çok insan zehirli olduğuna inanarak yemeyi reddetti, ta ki 1900'e kadar. Uzun zaman önce, pek çok Avrupalı için aşk elmasıydı, çünkü insanları romantik yaptığına inanılıyordu. Dünyada pek bilinmeyen bu meyve çok etkilidir.